Metal Kalp

 Özgürlük...
 İhanet...
 Yolsuzluk...
 Bir cyborgun, bir robotun, bir hükümet askerinin, insanlığını kaybetmiş -zorla elinden alınmış- bir   kadının yolunun; bir yazılıımcı ve askerle karşılaşması...
 İkisi de gardlarını indirmeyecekler...
 Çünkü bu dünya, gardını indirenlere çok acımasız...


Koştum...Tüm gücümle koştum... Yağmur hasar görmüş kolumdaki açık devrelerin cızırdamasına ve canımın yanmasına sebep oldu.... Arkamdan çığlıklar, bağıran erkek ve kadın sesleri, siren sesleri, ve silah sesleri geliyor... 

...Peki neden tüm bu karmaşa?..

Ben Michelle. Michelle Howell. Bozuk bir kod yüzünden tüm şehri birbirine katan ve başına ödül konan bir cyborgum. Ne kadar şiirsel ve dokunaklı değil mi? Onların yaptığı kötülüklere karşı kör, sağır ve dilsiz kalamadığım; yerimden kalkıp bağırdığım, direndiğim için hakkımda infaz emri çıktı. Kodum tamamen silinecek ve boş bir kukla haline getirileceğim...

...Başıma ödül konuldu, çünkü haksızlığa sessiz kalamadım.... Zaten onlar için en büyük günah da bu değil midir? Ellerinde koca bir hükümeti kontrol etme güçleri var ve bir "kodu bozuk" ortaya çıkıp her şeyi mahvetmek istiyor...


---Aklı olan kimse buna izin vermezdi.---

Koştum, koştum, yanaklarımdan süzülen şeyler yağmur damlaları mı yoksa göz yaşlarım mı bilmiyorum, metal kalbim olanca gücüyle atıyordu, bacaklarım sızlıyordu, mermiler uçuşuyordu, çığlıklar yükseliyordu....

Hükümet askerleri ve cyborgları beni yakalamak uğruna onlarca masumu acımadan katlediyorlardı... Koşmaya devam ediyorum, kaçıyorum; kendimden, çığlıklardan, kandan, yerdeki cesetlerden kaçıyordum... Kilometrelerce koştuktan sonra artık nefes alamadığım noktaya gelince durdum ve nefes aldım... Terk edilmiş gibi duran bir bina gördüm.Terk edilmiş bir tamirhane olduğunu düşündüğüm bu binaya girip saklandım, nefes nefeseydim... Başımı duvara yaslayıp soluklanırken yavaşça duvara yaslanma pozisyonundan oturma pozisyonuna süzüldüm. Hasar görmüş kolumdaki açık devrelerin berbat bir halde olduğu fark ettim, kilometrelerce koşmuş metal bacaklarım sızlıyorlar; onlar da pek iyi bir vaziyette değiller... Nefes verip başımı duvara yasladıktan sonra tabancamı belimdeki kılıfına geri koyup gözlerimi kapattım... Ve aniden bir İngiliz anahtarının yere düşmesi olduğunu tahmin ettiğim bir ses ile beraber yalnız olmadığımı fark edip yerimden fırladım, tabancamı tekrar kapıp sesin geldiği yöne doğrulttum...


...Ve genç bir adamla karşılaştım...

Elimde tabanca ile ayakta dikilirken ona baktım ve dikkatle inceledim... Açık bir cildi var, kızıl saçları var, çilleri ve yemyeşil zümrüt gibi gözleri var. Tel çerçeveli dikdörtgen bir gözlük takıyor ve saçları hafifçe dağılmış; gözleri uykusuz görünüyor, gözlerinin altında siyah halkalar var. Siyah bir kazak ve pantolon giyiyor. Ve gözleri sanki ruhumu delmek istercesine bana bakıyor. Onun da ellerinde bir tabanca var; tabancayı tutuş şekli bana deneyimli olduğunu anlatıyor... Ve bileğindeki hükümet dövmesi de beni öldürmek isteyenlerle aynı taraftan bir adamla kapana kısıldığımı anlatıyor. Tüm bunları gözlemledikten sonra onun da benim demir rengi metal gözlerime baktığını ve onun da beni incelediğini fark ettim. Ben bir sonraki stratejimi düşünürken o konuşmaya başladı:

"Kimsin?"

Karşılık vermedim, sadece ona baktım. Eğer ki bu adam hükümettense mutlaka dövmesinin altındaki deriye saklanmış ses algılayıcı sensörler vardı. Bu sensörler sesimdeki her bir titreşimi algılayabilir, hatta konuşurkenki sesimin tonunu desibel cinsinden analiz edip anında konum bilgilerimi hükümete iletebilirdi. Bu yüzden de konuşmak yerine işaret dili kullanmayı seçtim:

"Yardıma ihtiyacım var."

Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu ve bir kaşını kaldırdı:

"Orası belli, hasar almış kolundan bunu çok net anlayabiliyorum. Tabii kolun farklı şeyler de söylüyor bana. Robotsu bir beden, ortalamanın üstü  büyüklükte gözler, asker duruşu ama benimle yaşıt ve genç bir kız mı? Sen bir cyborgsun."

...Sanırım insanları fazla hafife aldım…


"Konuşsana dilsiz misin?"

Tanrım. Anlaşılan "Kodu Bozuk Asker"in kaderinde kibar insanlarla tanışmak yoktu. Silahımda plazma olup olmadığını tekrar göz ucuyla kontrol ettim. Ve tekrar işaret dili kullandım:

"Dilsiz değilim. Sadece kibar konuşmayı beceremeyecek kadar az beyin hücresine sahip insanlarla konuşarak vaktimi ziya etmiyorum. Hele ki eğer bu insan bir hükümet cyborg'una kaba konuşacak kadar canına susamışsa."

Hayatta kalmam için sesimi gizlemem ve sanki bir hükümet cyborg'uymuşum gibi rol yapmam gerekiyordu...

...Kodu Bozuk için yine yalanlar zamanıydı...

"Ne zamandan beri hükümet cyborgları kediden saklanan fare gibi kaçacak köşe arıyor?"

Evet. Sorgulamayı bilen tek insan da şu an karşımda bana karşı duruyordu. Yıllardır insanlara sorgulamayı aşılamaya çalışan ben, şimdi karşımda sorgulamayı bilen bir insan olduğu için inanılmaz bir tehlikedeydim... Çünkü aklını kullanabilen herkes düşmanımın tarafındaydı... Ama ben de sorgulamayı bilen tek cyborg'tum, ve şu anda teslim olamazdım. Asla. Çünkü bu insanlara sorgulama diye bir şeyin var olduğunu hatırlatabilecek tek kişi şu anda bendim.

Ben, Michelle Howell.

İşaret diliyle sorusuna cevap verdim:

"Ne zamandan beri siviller hükümet askerlerine cevap verecek kadar cesur oluyorlar? Yoksa bu artık hükümete güvendiğinizi söylemek için yeni bir yol mu? Eğer intihar etmeye çalışıyorsan, sivil, sana daha acısız bir dolu yol önerebilirim."

Ben namluyu ona doğru doğrulturken onun da parmaklarının yavaşça bileğindeki hükümet sembolüne gittiğini fark ettim... Lanet olsun; herhangi bir risk durumunda beni bildirmek için hazırlanıyordu...

Tamam, durum berbat bir biçimde riskli ama bunu kullanabilirim. Sadece sakin kalmalı, nefes ritmimi korumalı ve sesimi duymasına izin vermemeliyim.

"İndir elini, sivil. Boş yere rahatsız edildiklerinde hükümet askerlerinin sana yapacaklarına kıyasla şu an benim seni plazma silahıyla vurmam sana öpücük gibi gelir. İtaat et, sivil."

"Gözlerini kaçırdın."

"Ne?"

"Psikolojik istatistiklere göre yalan söylediğinde çoğunluğun yaptığı hareketi yaptın. Yutkundun, çünkü boğazın düğümlendi ve daha özgüvenli görünmek için otoriteni azaltacak olan boğaz temizleme hareketinden kaçınmak istedin. Parmağın tetiğin üzerinde hareket etti; çünkü korkuyorsun, tedirginsin veya Tanrı'nın yarattığı en beceriksiz yalancısın. Ayağını 3cm 55mm sağa doğru hareket ettirdin çünkü kendini baskın güç olarak hissetmek istedin. Bu da çoğu canlının iç güdüsel olarak yaptığı kaplanan mevcut alanı genişletme hareketini yapmana sebep oldu. Sen beni aptal mı sandın?"

...Lanet olsun...


Sert kayaya çarptığımı anlayınca dilimi ısırdım, ifadesiz yüzümü korumaya çalıştım; çünkü bir insana duygularını göstermek, köpekbalıklarına kanını göstermekten daha tehlikelidir... Ve anlaşılan başka çarem kalmamıştı...Her ne kadar elimi kana bulamaktan nefret de etsem bazen zorunda olduğum zamanlar olurdu...Yavaşça silahın plazma seviyesini öldürücü şoktan sersemleticiye getirdim. Ve nefret dolu bağırması kulaklarımı doldururken....


"CEVAP VER SENİ ROBOT BOZUNTUSU SAHTEKA-"

...tetiği çektim.

Yere yığıldı. Kafasını yere sertçe çarpmıştı, biraz kan sızıyordu. Büyük ihtimalle önemli bir şey değildi, hükümet askerlerinin öldürdüğü binlerce masumun kanının yanında birkaç damla kan nedir ki?..

Kollarından kavrayıp sandalyeye zar zor oturttum, bulduğum eski paslanmış bir zincirle onu sandalyeye bağladım. Kazağının kolunu sıvayıp hükümet dövmesine baktım, anlaşılan sahte Sherlock biraz acı çekecekti...

...Ben acı çektirecektim....

Ayaklarını, kollarını sıkıca bağlamıştım. Sahte Sherlock tamamen savunmasızdı. Ve bir kenara oturup, uyanmasını bekledim...3 saat 48 dakika 27 saniye 11 salise boyunca. Gözlerini araladı, bana baktı. Ellerimde birkaç iğne ve neşter tutuyordum.

Bunları neden yanımda taşıdığıma gelecek olursak, bir kodu bozuk her zaman kendisine yardımcı olacak bir doktor bulacak kadar şanslı olamaz; değil mi? Veya gereğinden fazlasını bilenleri susturması da gerekebilir....

İşaret diliyle konuştum:

"Uyanmışsın. Günaydın."

Bakışlarından nefret adeta döşemeye doğru damlıyordu:

"Lanet şerefsiz kadın, çöz beni. HEMEN!!! HÜKÜMET ASKERLERİNİ ÇAĞIRINCA GÖRECEKSİN!!"

Hafif bir gülümseme ile tepki verdim, parmaklarımı konuşturdum:

"Hükümet askerlerini çağırmak için dövmene ihtiyacın var süper zeka. Ve az sonra bir dövmen olmayacak."

O baygınken kolunu masaya sabitlemiştim. Şimdi vicdanımı devre dışı bırakıp hayatta kalabilmemi sağlayacak kadar bencil olmam lazımdı...Bir kumaş parçası alıp ağzına tıkadım. Neşteri daha sıkı kavradım....

...Neşter ile yavaşça dövmenin hatlarının üzerinden geçtim. Derisi adeta ortadan ikiye ayrılıyordu. Kan açık kalmış bir musluk gibi akıyor, döşemeyi kızıla boyuyordu. Gözleri yaşarıyor, kurtulmak için çırpınıyor, acı dolu çığlıklar atıyordu. Yani en azından deniyordu, kumaş parçası çığlığının büyük bir bölümünü engelliyordu. Ben de o sırada derisinin altındaki nanosensörlere güç veren çipi arıyordum...

...ve buldum....

Gülümsedim. Kan içindeki çipi ellerim tamamen kan içindeyken çekip çıkarttım. Çipin üzerindeki sayılara bakıp onun kimliğini öğrendim: 104M101J. Çipi parçalara ayırdım. Kızıl kafa bu sırada kan kaybetmeye devam ediyordu. Derisi paramparça olmuştu, kan içindeydi, mide bulandırıcı bir görüntüydü....

....Onu ben paramparça etmiştim.... 

Peki beni öldürmeye çalışan bir tehdidi paramparça ettiğim için pişman mıydım? 

...Hayır. Vicdan azabına vaktim yok benim, vicdanlı olacak kadar masum değilim ben; çünkü çoktan içinde vicdan bulunan kalbim, metal bir sahtekar kalbiyle değiştirildi....


Devamı mı? Biliyorum, düşmanıma merhamet göstermek, kendi sonuma doğru yürümekti ancak...ancak o zümrüt gözlerindeki bakışa karşı koyamadım. Dedim ya size kodum bozuk diye...

Yarasına bastırdım, kanamayı durdurdum, derisinde yarattığım kesikleri diktim, kendi kanımdan verdim... O an H.O.M.(Hükümet Ordu Merkezi)'den kaçarken beraberimde getirdiğim ilk yardım setinin varlığına şükrettim....

Ama çok kan kaybetmişti....

Gerçekten çok fazla... Ama vazgeçmedim. Ordu için üretildiğimizden vücut yapımız herhangi bir askerin veya yaralının kan ihtiyacını karşılayabilecek şekilde yapılmıştı. Kan grubu farketmeden herhangi bir yaralıya kan sağlayabilirdim yani. Ben de bu özelliğimi kullandım, çaldığım ilkyardım kutusundaki serum hortumuyla ikimizin kolu arasında bağlantı kurdum, kendi kanımdan verdim.

...Ve bir süre hiçbir şey olmadı...

Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Belki saatler, günler...Ama nihayet uyanıp bana dik dik ve nefret damlayan gözlerden başka bir şekilde bakmayı başardı...Duygusuz bir bakıştı ama acılı ve nefret dolu bakışlardan iyidir. Tabii ben de bu sırada vücudumdaki kanın çok büyük bir ihtimalle yarısını ona vermiş bulundum, hoş, zaten yavaşça akacak biçimde ayarladığım için vücudumdaki nanobotlar yeni kan hücrelerini kolayca ürettiler zaten.

Gözlerim kapalı dinleniyordum, sonra onun sesini duydum:
"İnsanları neşterle parçalayıp sonra başlarında sabahlayarak onları iyileştirme gibi bi huyun mu var, kaçak?"

Artık risk yoktu, cildindeki nanoçipi söküp atmıştım ama yine de konuşmamayı seçtim, işaret diline devam ettim:

"Yapmam gerekeni yaptım, ne acı çektirmem, ne de yardımım kişiseldir benim. Derini parçaladım, sonra tedavi ettim, ödeştik."

"Biliyor musun, sen cümlelerini her böyle uzattığında senin azılı bir suçlu olduğunu daha çok düşünmeye başlıyorum."

"Tabi canım, hatta edebiyatı güzel kullanmaktan aranıyorum."

"Bir cyborg böyle konuşamaz."

"Ben konuşabiliyorum demek ki."

"Sen kodu-bozuksun."

.....

Lanet olsun, tuzağına düştüm...Tabii ki kullandığım cümlelerdeki kelime sayısını ve ses tonumu ölçüyordu...Yüzüne baktım, sorgulayamayan cahiller arasında bir insan nasıl böylesine zehir gibi zeki, dikkatli ve sorgulayıcı olabilirdi??

Bir süre yüzüne boş boş bakmış olmalıyım ki yeniden konuştu:

"Neden cevap vermiyorsun kaçak?"

Yutkundum.

"Kodum bozuk falan değil benim. Ne demek istiyorsun, hükümet askerleri iki kelimeyi yana getiremeyecek kadar beyinsiz mi!?"

"Böyle bir şey demedim."

"Ama dolaylı olarak bunu ima ediyor."

Ighhhh, neden her beş saniyede bir yutkunuyordum!? Tüm otoritemi mahvediyordu bu salakça refleks.

"Hey kaçak, bana hatırlat da sana nasıl yalan söylenir bi ara öğreteyim, berbat bir yalancısın."

"Yorum yapabilecek konumda değilsin. Benim mahkumumsun şu an, hayatın avuçlarımda."

Sessizce güldü:

"Ah kaçak, gerçekten bu cehennemde beyin hücrelerini kaybetmeden kalabilmiş birinin senin blöflerine ve yalanlarına kanacağını mı düşünüyordun? Güven bana kaçak, senden çok daha kötüleriyle karşılaştım ve yüzümde bir yara izi bile olmadan hayatta kaldım."

"Dedi, sağ gözü olmayan adam."

Sanırım hassas bir noktaya değinmiştim....


"Gözüm hakkında tek kelime bile etme onursuz korkak."
Sesi sertti, çektiği acıyı, hissettiği öfkeyi ve çektiği acıyı adeta lanetli bir kadehte harmanlayıp bana sunuyordu...İçmem, zehirlenmem ve vicdan azabı içinde "gebermem" için...

...Bilmiyordu ki ben insanlığını kaybetmiş bir utanmazım...

"Kalbim yok, hatırladın mı? Ettiğin hakaretlerle olmayan bir şeyi kıramazsın."

"Cidden o kadar sinir bozucusun ki."

"Umrunda değil."


Etrafa bakınmaya başladım, işime yarayacak herhangi bir şey arıyordum -çünkü bu çenesi düşüğü hallettiğime göre bu çöplükte daha fazla kalmaya hiç niyetim yoktu-. Etrafı araştırdım, bu sırada yeşil gözlerinin hiç durmadan beni izlediğini hissedebiliyordum. Elimi duvardaki bir çivide asılı duran paltosunun cebine attım. Sadece bir cüzdan, bir kelebek bıçak ve ağrı kesici olduklarını tahmin ettiğim haplar vardı. Cüzdanı açınca içinde bir kimlik kartı gördüm, aldım ve okumaya başladım.

"Joe Modiguez ha? Modiguez? Şu yazılımcı olan Modiguez?"

Sessiz kaldı.

"Kör adam şimdi de dilsizi oynuyor. Peki sıkıntı değil."

Okumaya devam ettim.

"İspanyol musun? Kızıl saçla? Cidden hiç İspanyol tipin yok. Anne adı Olivia Carlo Modiguez, baba adı Paulo-Jose Modiguez. Vay be, cidden şu Modiguezlerdensin."

"Ee, yani?"

"Siz şu hükümete destek veren aile değil misiniz?"

"Öyleyiz. Başkan Huang-Li Chen bize çok yardımcı oldu. Ama tabii ki sadakat senin gibi bir kodu bozuğun anlayamayacağı bir şey."

Gözlerimi devirdim, paltoyu giyip cüzdanı da cebime tıktım.

"Bu kadar konuştuğuna göre iyileşmişsin, o zaman şu 'kodu bozuk', bu çöplükten vicdan azabı hissetmeden gidebilir."

Kapıya doğru ilerledim, ancak kapı kilitliydi...
...Ve o yerinden bir kez bile kalkmamıştı...


Sırıttı. Gözlerimin içine bakıp sırıttı. Bu ancak kendisine çok acı çektirilenlerin, çektikleri bu acıyı kendilerine cömertçe hediye eden merhametsizlerden intikamlarını aldıklarında sahip oldukları bir gülümsemeydi...

...Tanrı'nın bana çok gördüğü bir gülümsemeydi...

Yaralarla bezenmiş yüzündeki dudaklarını aralayıp sırıtışını hiç bozmadan konuştu:

"Nereye gidiyorsun kaçak? Daha seninle görülecek bir hesabımız var."

Ve sandalyeden kalkmayı bırak parmağını bile kıpırtadacak mecali olmayan o adam aniden ayağa kalktı, masanın üstündeki neşteri aldı ve bana doğru ilerlemeye başladı...

...Neden bana gözlerimi hedeflercesine bakıyor?..

Bu psikopat insan bedenimden bana bozulmadan kalan tek şeyi paramparça edecekti.

Cama doğru koştum, bir an bile düşünmeden camdan atladım. Ara sokağa saptım, ve arkama bile bakmadan koşmaya başladım. Tam kaçtığımı düşünüyordum ki birisi beni omzumdan kavrayıp duvara yapıştırdı.

"Ne halt yediğini sanıyorsun seni aptal?"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Metal Kalp Bölüm 1: Kaçış

Metal Kalp Bölüm 29: Sanırım Affetti...

Metal Kalp Bölüm 24: Kanlı Bir Anı