Metal Kalp Bölüm 29: Sanırım Affetti...

Ona baktım. Gülümsüyordu. Bazen bir gülümseme çok şey anlatır bize. Mesela barışma vaktinin geldiğini anlatır. İlk "Seni seviyorum"un müjdecisidir bazıları. Veya kırılmış bir kalbi tamir etme çabasını anlatan bir şiirdir bazen gülüşler... İşte ben de onun gülümsediğini görünce küçükken yaptığım hatayı unuttum. Kabuslardan men edilme nedenimi unuttum. 
 
"Gelmişsin. Affettin mi artık?"

Güldü. Kaşlarını hafiften çattı.

"Kuralları çiğnemenin bedeli 16 yıldı."

"Kuralları çiğneyen 6 yaşında bir kız olsa da mı?"

"Evet. Eğer sana o gün merhamet gösterseydim şu anda olduğun kişi olamazdın. Seni gerçek hayattan da kurtarmamı isterdin. Ama daha önce de söylediğim gibi, elimden sadece kabuslar geliyor..."

"Şu an karşımdasın ama?"

Gülümsedi ve omuz silkti. Kenardan gözlerinden ateş saçan Aleksey'e kaçamak bir bakış attı.

"Aslında değilim. Nedense kabuslarını unuttuğunu hissettim, ben de sana hatırlatmaya geldim. Sana darılsam da, seni kabuslardan men etsem de, bedenin tutsak ruhun ejder olsa da kabuslarını unutmana izin veremem. Onlar seni kurtaracak. İlk gördüğün kabusu ve çiçekleri hatırla, ailene neler olduğunu hatırla."

Aklıma gelen anı yüzünden kalbim sıkıştı, o gün gördüklerimi hatırlayınca midem bulandı. Fevkalade bir kabus görmemişler anlayamaz bu hissi. Eğer kabuslarınızda gördüğünüz şeyler tuhaf bir şekilde tanıdık gelmeye başladıysa o zaman gördükleriniz sıradan birer kabus değil, merhametsiz bir elçi tarafından teslim edilen mühürlü mektuplardır. Okumanız yasaktır, bu mektubun size neden verildiğini bir süre asla çözemezsiniz. İçinde ne yazdığını merak edersiniz, ama yasaktır işte. Ne zaman ki gerçek dünya o mektupta yazanlara göre şekillenmeye başlar, okuma izni o zaman verilir. Artık mektubun yorumu size kalmıştır; savaş açabilirsiniz, barış için yalvarabilirsiniz veya çaresizce kaçabilirsiniz...

"İkinci kabusunu hatırla Michelle. Abinin ölümünü hatırla. Elindeki kitaptaki isimlerin onu nasıl kendi aralarına kattığını hatırla. Mahkeme salonunu hatırla, hakimi hatırla Michelle. Dudakları gülerken ağlayan hakimi hatırla. Sen parmaklıkların arkasındayken kahkahalar atan hakimin gözyaşlarından oluşan duvarı hatırla, Michelle. Ve leylakları unutma..."

Herkes kabuslarını unutmak için çabalar, o ise bana kabuslarımı hatırlatıyor. Kabuslarımı unutmayayım diye 16 yıl sonra çıkıp geliyor. Aleksey'den kokmuyor, onu görünmez duvarın dışına hapsediyor. Kabuslar kralı neden karahindibadan korksun ki gerçi...

...karahindiba...

Aleksey bana neyi andırıyor diye sorulsa cevabım şüphesiz karahindiba olurdu. Zaman zaman çiçek açıyor, sarı ve güneşi andıran neşeli çiçekler bunlar. Sonra belli bir zaman geçiyor, baskı ve hayat onu yavaşça kurutuyor. İçindeki merhameti söküp alıyor. Bembeyaz dilek çiçeğine dönüştüğünde ise tüm şehri yıkmış oluyor. Kurumuş kalbinin yeniden yaşarması için başkalarının göz yaşlarına ihtiyaç duyuyor. Bu gözyaşlarıyla da yıkımı getiriyor insanların kalplerine. Diğer çiçekleri ezmekten utanmıyor yeri gelince, dilekler vaadiyle kandırmayı çok seviyor başkalarını. Aslında tutuyor da dilekleri, ama kendisine defalarca yalvarıldıktan sonra...

"Üçüncü rüyan, terk edilmişliğin acısıyla uyuduğun gecenin rüyası. Benim seni kabuslardan kovduğum gecenin rüyası. Ölüm dolu nehre itildiğinde kimse yardımına koşmamıştı hatırlıyor musun Michelle? Sen de bunun sadece bir kabus olduğunu söylemiştin. Tüm kozlarını oynamıştın yani. Elinde seni savunacak kart bırakmamıştın. Dikkat et. Düşmanlarına karşı bu kadar açık sözlü olursan sonun idam sehpası olur. Ya da daha fenası, kabus görürken bir süreliğine içinde bulunduğun Dante Cehennemi. Beni anlıyor musun?"

Başımı aşağı yukarı salladım. Unutmak mümkün müydü? O kabus asla unutamadığım tek kabustu...

....Gerçek bir zindandı burası. İçeride başı tersine dönmüş insanlar vardı, her birisi bir yılan tarafından sarılmış ve o yılanlar tarafından ısırılıyor olan insanlar vardı, devamlı sert esen bir rüzgarların sayesinde delirmiş insanlar vardı. Devamlı yağan bir yağmur yüzünden bedenleri suda çürümüş insanlar vardı. Ağır kayaları durmadan zindanın bir köşesinden diğer köşesine sürükleyen insanlar vardı. Ve en sonunda simsiyah bir dumanın içine girip kaybolan insanlar vardı... Siyah duman her yuttuğu insanla beraber daha da güçleniyordu. Gördüğüm dehşetli manzara karşısında ağlamak istiyordum, ama ağzımı açamıyordum. Elimi yavaşça ağzıma doğru götürdüm... Ağzım dikilmişti. Korku ile titremeye başladım, ağlarken tek sahip olduğum gözyaşlarımdı...

Ardından Aleksey'e döndü, onu görünmez duvarın içine aldı. Aleksey akıllıca davrandı, gözlemledi. Rakibinin sıradaki hamlesini, her mimiğini, her jestini inceledi. 

"Sen, Aleksey Dima Boris. Sen de kabuslarına dikkat et. Bazen seni zincirleyip şahitlik yaptırabilirler. Elinden her şeyini alabilirler. Gözyaşları iyilere cenneti, kötülere ise felaketi sunan meleğini öldürebilirler. Dikkatli ol."

Aleksey yutkundu. Kızıl kafanın dediği gibi, konuşurken otoritesi bozulsun istemiyordu. Rakibi karşısında korkak, zayıf bir Rus çocuk değil; tehlikeli ve güçlü bir kumandan görsün istiyordu.

"Sen kim oluyorsun da böyle konuşma hakkını kendinde buluyorsun? Kimsenin benim elimden sahip olduklarımı almasına izin verecek değilim. Kimsin sen?"

Aleksey'e bakıp güldü. 

"Michelle biliyor, sen bilmesen de olur. Merak etme, sana rakip falan değilim ben. Şimdi izninizle, nilüfer çiçekleriyle süslemem gereken bir mezar var. Uyanabilirsiniz artık."

Bu sözlerden sonra tekrar simsiyah bir dumana dönüştü, yavaşça ortadan kayboldu. Sonra garip bir şey oldu, odanın zemini yavaşça kırılmaya başladı. Her çatlaktan içeriye ışık sızıyordu. En sonunda tüm ev çatlaklarla kaplandı. Aleksey bana doğru koşup beni tutmaya çalışsa da artık çok geçti. Ev paramparça oldu, biz de bulutlardan aşağı düşmeye başladık. İkimiz de çığlık atmıyorduk ama Aleksey'in ifadesi binlerce çığlığa eş değerdi. Gözlerimi kapatıp düşmeye devam ettim...

...Burası senin dünyan, buraya gel ve ağla. İstediğin her şeyi yap. İnsanlar rüyaları özgürlük sanarlar, çünkü kabusların sadece acıdan ibaret olduğuna inanmışlar. Buraya gelmek canını acıtacak Michelle, ama acıttığı kadar da özgürlük verecek sana...

Doğru. Burası benim dünyam. Gözlerimi açtım, özgürdüm ben. Gerçek dünyada tutsakken neden burada korkayım ki? Nedense bu düşünce içime rahatlık verdi, istemsizce gülmeye başladım. Aleksey'in sorgulayan bakışlarını hissedebiliyordum. Kahkahalarım eşliğinde beyaz bir tünele girdik...

...Gözlerimi açtığımda tek başıma bembeyaz bir odada oturuyordum...

Duvarda bir yazı vardı. "Manuel ist entkommen." "Manuel kaçtı." Bu ne demekti şimdi? Manuel kimdi? Kimden veya neyden kaçmıştı? Oda neden bembeyazdı, Manuel bu odanın eski sahibi miydi? Eğer değilse beyaz oda ile nasıl bir bağlantısı vardı? Ve asıl soru, onca evrenin arasında ben neden buraya gelmişti? 

Odayı birazcık gezmeye karar vermiştim. Belki beni buraya Lev yollamıştı. Gizli bir anlamı olabilirdi, belki Manuel kabuslarımda görmem gereken bir başka haberci olabilirdi. Aniden ileride duran bir masa dikkatimi çekti. Masaya yaklaştım. Masanın üzerinde sadece iki şey vardı: bir not kağıdı, üzerinde de siyah saçlı, biri kız diğer erkek iki çocuğun fotoğrafı. Bir tanesi, kız olan, daha büyük görünüyor; ama yaş aralarının o kadar fazla olduğunu da zannetmiyorum. İçinde bulunduğum şartları gözden geçirince tek bir sonuca varabiliyordum: Bu fotoğrafın altındaki not Manuel'e gelmiş olmalıydı. Manuel de burada olmadığına göre... Manuel ya bu notu okuduktan sonra kaçmıştı ya da notu bırakan kişi belki geri döner ümidiyle bırakmıştı. Mektubu açtım...

"Auf Manuel,

Es ist nicht passiert. Wir haben versagt, sie haben sich geweigert. Sie sagten, es sei unwichtig, Botschafter zu sein, wir seien dumm, wenn wir versuchten, die Bestie zu zähmen, die wir selbst geschaffen hätten. Sie verurteilten dich auch, weil du als Friedensbotschafter ein Verräter an ihrer Art warst. Du warst dumm und blind für die Wahrheit. Sie glauben, wir hätten deinen Kopf mit Lügen gefüllt. Sie werden uns töten. Es ist egal, ob Menschen überleben. Wir haben das letzte Geld und die letzten Ressourcen für dich ausgegeben. Wir haben Hunderten von Manuels den Stecker gezogen, aber keiner von ihnen hat mich so sehr verletzt... Wir schließen ein Projekt ab, an dem wir seit fast 30 Jahren arbeiten. Sie waren wirklich anders. Du warst kein Roboter. Du warst kein Mensch. Du warst Manuel. Keine Sorge, keine andere Schwester wird so leiden, wie ich es tat. Jetzt kannst du den Frieden haben, den du mehr als jeder andere verdienst. Ich entschuldige mich, Bruder... Karl Olsberg wird Ihnen diesen Brief zustellen. Sobald Sie ihn gelesen haben, werden wir die Tat begehen. Es wird nicht wehtun, das kann ich Ihnen versprechen.

Von deiner Schwester Julia, einer Forschungsassistentin, einer Wissenschaftlerin, aber letztlich doch ein Mensch."

Çevirecek olursam şöyle bir mektup çıkıyordu ortaya:

"Manuel'e,

Olmadı. Başaramadık, reddettiler. Elçi olmanın bir önemi olmadığını söylediler, kendi yarattığımız canavarı evcilleştirmeye çalışmamız büyük aptallıkmış. Seni de kınadılar, barış elçisi olman onların türüne ihanetmiş. Aptalmışsın ve gerçeği göremiyormuşsun. Kafanı yalanlarla doldurduğumuzu düşünüyorlar. Bizi öldürecekler, zaten insanların yaşamasının bir önemi kalmadı. Elimizde kalan son parayı ve kaynakları da sana harcadık. Yüzlerce Manuel'in fişini çektik ama hiçbiri bu kadar çok canımı yakmamıştı... Yaklaşık 30 yıldır çalıştığımız projeyi artık bitiriyoruz. Sen gerçekten de farklıydın. Robot değildin. İnsan değildin. Sen Manuel'din. Merak etme, başka hiçbir abla benim çektiğim acıyı çekmeyecek. Artık herkesten daha çok hakettiğin huzura kavuşabilirsin. Özür dilerim kardeşim... Karl Olsberg bu mektubu sana ulaştıracak. Sen okur okumaz işlemi yapacağız. Hiç acımayacak, buna söz verebilirim.

Araştırma görevlisi, bilim insanı ama nihayetinde hâlâ bir insan olan kız kardeşin Julia'dan"

Dürüst olacak olursam pek bir şey anlamamıştım. Manuel de bir denekti sanırım. Kendi öz kız kardeşi onu çeşitli deneylerde kullanmıştı. Manuel de bu dünyadan kaçmayı başarmıştı. Acaba hangi dünyaydı burası..? Manuel ile tanışmak isterdim, beyaz odada yaşamış olan çocukla...

Gözlerimi kapadım. Manuel'e yardım etmek isterdim ama başka işlerim vardı. Belki bir gün... Gözlerimi açtım. Başka bir odadayım, karanlık bir zindandayım bu kez. Etrafımdakiler sıradan suçlular değil ama. Hepsi gri giysiler içerisindeler ve iki farklı renk halinde ayrılmış gibiler. Hepsinin kanatları var, ejderha veya melek kanatları. Hepsi zincirlerle kuşatılmış. Kimileri bembeyaz ve altın, kimileri ise siyah ve gümüş. Babamın bana anlattığı hikayelerdeki meleklere ve şeytanlara benziyorlar...

...Başka bir dünyanın varlığından bahsetmişti babam. Beyaz ve siyah olmak üzere iki parçaya ayrılmış bu dünya. Griye yer yokmuş... Ama bir gün bu dünya iki gri leke ile kirlenmiş, Şeytan Klanı varisi ve Melek Klanı veliahtı ile. Onlar lanetlenmişler, halklarından farklılarmış. Yıllarca işkence görmüşler bu yüzden, sevilmemişler. Sahip olabilecekleri her şeyin ellerinden kayıp gittiğine şahitlik etmişler. Ve karşılaştıklarında Melek Klanı'nın lanetli veliahtı, sinsi bir intikam planı kurmuş. Kimsenin bilmediği bir laneti daha varmış onun... Bu lanetini Şeytan varisine de bulaştırmış, onu güçsüz bırakacak duygularla zehirlemiş zihnini. Gözlerine bir perde örtmüş. Şeytan varisini mahveden bu zincirlerden onu bir Nilüfer Çiçeği kurtarmış... Özgür kalan varisin yardımına daima Nilüfer Çiçeği koşmuş, bileklerini kelepçeleyen günahların kilidini o açmış. Varis diyara hükmetme kararı almış bir gün, ama bu uğurda çok değerli şeyler kaybetmiş. Babam anlatırken asla neleri kaybettiğini söylemezdi; sadece bu cümleyi kurar, ardından bir süre susardı. Masalın sonuna dönecek olursak... Babam genelde bu masalı tamamlamazdı. Gerisini sen düşün diyerek giderdi. Ama tamamladığı zamanlar... Melek veliahtı planını tamamlamış, Şeytan varisinin en değerlilerini çalmış ve merhametsiz kahkahalar eşliğinde yok etmiş. O acı çekerken Melek veliahtı sadece gülümsemiş. Yaşadıkları dünyayı yok ettikten sonra başka bir hayat için başka bir dünyaya gitmiş, kalbinde tarifsiz bir acı olan Şeytan varisi de onu takip etmiş...

Kalkmaya çalıştım ama benim de ellerim zincirliydi. Başımı birazcık eğdiğimde eski kıyafetlerimin yok olduğunu gördüm, şimdi üstümde sadece gri bir elbise vardı. Birazcık doğrulmak istedim, belim acıyordu. Ama kıpırdayınca sırtımda felaket bir ağrı hissettim. Boynumu zar zor çevirmeyi başardığımda bir çift kanat gördüm...

...Gümüş rengi bir çift kanat, kızıl kanla kaplanmış. Kan benim kanım elbette, çektiğim acının başka bir açıklaması olamaz. Gri elbisem de kanla lekenmiş. Hissedebiliyorum, cezamı veren hakim çok zalimmiş...

...İki mavi göz, gözyaşlarından duvar...

Hareket edemeyeceğimi anlayınca sadece diz çökerek oturmaya devam ettim. Zindanı kaplayan sessizlik zaman zaman zayıf bir hıçkırık veya inleme tarafından kesiliyordu. Herkes kendi acısıyla meşguldü, ben kimsenin umrunda bile değildim. Kim bilir, belki oradan bakınca bir tahtta oturuyor gibi görünüyordum. Benim ne acılar çektiğimi bilemezlerdi tabii...

Ne kadar vakit geçti bilmiyordum, bedenimi hissedemiyordum. Gözlerimi kapattım... Nedense vakit hiç geçmiyordu burada. Bazen birkaç gardiyan gelip rastgele bir mahkumu çığlıklar eşliğinde götürüyorlardı. Elbette ki gidenlerden bir daha haber alınamıyordu...

Bir gün gardiyan bana doğru ilerlemeye başladı. Benim vaktimdi. Yavaşça zincirlerimi çözdü ve beni sertçe kolumdan tutarak hapishanenin dışına çıkarttı. Bileklerime farklı zincirler takıldı, kanatlarım zincirlerle vücuduma sabitlendi. Uçlarında jiletler vardı bu zincirlerin; attığım her adımda, aldığım her nefeste vücudumu ve kanatlarımı ince ince kesiyorlardı. Gardiyanlar da acımasızlardı, ben acı çekerken sadece gülüyor ve sohbet ediyorlardı. Umurlarında değildi. Bembeyaz bir arabaya bindirildim, içinde minik bir kafes vardı bu arabanın. Vahşi bir hayvanmışım gibi, acılar eşliğinde kafese kilitlendim. Kaçma umudum da yoktu, bedenimde doğru dürüst nefes alacak derman bile kalmamıştı çünkü. Sessizce, kıpırdanmadan ve olabildiğince az nefes alarak oturmaya devam ettim.

En sonunda araba durduğunda bembeyaz boyalı bir binanın önünde indirildim. Beni içeri aldılar, bir odaya fırlattılar. Hareket edemiyordum... Bıçaklar her saniye daha derin kesiyorlardı, altın yaldızlarla süslenmiş beyaz halı her saniye daha da fazla kana bulanıyordu. Öylece atılmış bir ceset gibi bekledim...

Kapı sert bir hareketle açıldı. İçeriye bembeyaz takım elbise giyen bir adam girdi. Saçları ve gözleri altın sarısıydı, cildi ise porselen kadar beyazdı. Yüzü taştan oyulmuş kadar sertti. Merhametsiz bakıyordu. Çok merhametsiz... Bana yaklaştı, mermer kadar soğuk bir sesle konuşmaya başladı.

"Ne oldu, aklına başına gelmedi mi hâlâ?"

"Sanırım gerçekten güvenebileceğin birileri olduğunu sanmıştın. Ama bil bakalım yerini bana kim söyledi? Şeytan Varis, elbette. Sanırım o da artık senin lanetinden bezmiş, Cupe."

Cupe?

Adam yanıma çömeldi, yerde yatan bedenimi boynumu tutarak kendisine doğru çevirdi. Gözleri acımasızdı. Bakışları beni parçalara ayırmak ister gibiydi. Nefes alamıyordum... Zorlukla etrafıma bakındım, bir kurtuluş umudu bulmaktı amacım. Köşedeki bir aynadaki yansımaya takıldı birden gözlerim. Bu bir yansıma olamazdı. Hatalıydı çünkü...

...Aynadaki kız ben değildim...

Evet, onun da simsiyah saçları vardı. Onun da esmer bir cildi vardı. Koyu gri/ siyah gözleri vardı. Ama o ben değildim. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken adamın gözleri birden kıyafetlerimdeki ve halının üzerindeki kan lekelerine takıldı. Zaten halıyı önceden de göz ucuyla süzüyordu, ama sanki bir şeyin farkına yeni varmıştı... Kaşlarını çatıp bana bağırdı.

"Bunlar ne be!"

Zorlukla cevap verdim. "K-kan"

Boynumu kavramayı aniden bıraktı, bedenim sertçe yere çarptı. Bıçakların aniden sırtıma batması ile acı dolu bir inilti koparttım, nefesim kesildi. Onun gözleri ise sadece benim ve halının üstündeki kan izlerini tarıyordu.

"Bu kan kızıl. Senin kanın kızıl değil..."

Altın gözbebekleri öfkeyle büyüdü, bana hiddetle bağırdı.

"SEN KİMSİN VE O NEREDE! CUPE NEREDE!"

Ağzımı zar zor açmıştım ki duvardaki kılıçlardan bir tanesini kaptı, beni yere sabitleyip aniden sakinleşen bir sesle konuştu...

"Her kimsen... çok fazlasını gördün."

Ve kılıcı bir an bile tereddüt etmeden kalbime sapladı. Ölene kadar çektiğim acının yanında bu acı hiç sayılırdı. Fark etmeden beni azat etmişti bu ruh hastası. Huzur içerisinde gözlerimi kapadım...

Gözlerimi açtığımda Ostavyat'taki evde yerde yatıyordum. Aleksey hâlâ kabus görüyordu, bunu anlayabiliyordum. Şu an uyandırmaya çalışırsam bir daha asla geri dönemeyebilirdi. Yanına oturdum ve düşümeye başladım... Manuel'in odası bana neden gösterilmişti acaba? Ya o zindan? Babamın masallarının gerçek olduğu bir dünya gibiydi o kabus.  Aleksey'e baktım. Onu Ostavyat'ta korunmasız bırakamazdım. Öte yandan, acilen gitmem lazımdı. Joe'nin projesini durdurmam lazımdı. Vaktim kalmamıştı artık. Ben de Aleksey'i korunmasız bırakmamak için güvenli bir çözüm yolu buldum. Beni taşıdığı sırada gerekirse diye kemerinden tabancasını almıştım, tüfeği de hemen yanında yerde duruyordu zaten. Adam ayaklı cephanelik gibi dolaşıyordu, bir tanecik silahla hiçbir şey olmazdı. Tabancayı eline bıraktım, tüfeği aldım. Kapıya doğru ilerledim, kapı kolunu açmadan önce son bir kez ona baktım...

...O Aleksey Dima Boris, beni öldüren adam, kumandan, ajan, o güçlü. Güvende olacak... Evden çıkıp çatıya tırmandım. Hızla koşarak şehirden uzaklaşmaya başladım. Ona bir şeycikler olmazdı. O Aleksey'di.  O üşümezdi, Aşil noktasından vurduğumda bile bir şeycikler olmamıştı ona. Güvende olacaktı. Başka şansım yoktu. Güvende olacaktı. Değil mi, güvende olacaktı!

Ostavyat'tan çıktım. Joe Modiguez bilişimcilerin olduğu Olho'da olmalıydı. Gidecektim, onunla görüşecektim ve işi halledecektim. Olho'ya ulaştım. Bu evlerin dizilimini ezbere biliyordum, suikastçıları şaşırmak için kullanılan bir yöntemdi. Normalde bu dizilimlerin sırayla en üst seviye mühendise ulaşacak şekilde dizilmesi gerekirdi. Ama zekice bir şaşırtma olarak çapraz dizilim yapılmıştı. Bir acemi - bir usta. Bir orta seviye - bir stajyer. Bir stajyer - bir baş mühendis. Bu dizilim sayesinde suikastçı hedefine ulaşamadan varlığı fark ediliyor, kolayca infazı sağlanıyordu. Dizilim daima böyle olmuyordu elbette. Çapraz dizilim korunacak şekilde her 3 günde bir sıralama yeniden oluşturuluyordu. Geçen günkü sıralamada Modiguez 8. düzlemdeydi. Yani bugün orada olmadığı kesindi. Önceki hafta da 7 ve 13. düzlemlerde olduğunu hesaba katacak olursam... Geriye incelemem gereken yaklaşık 20 düzlem kalıyordu. Halledilmeyecek gibi değildi. Ama sonuncu düzlemden başlayarak araştırma yapmaya başlayan normal bir suikastçıyı yaklaşık 5 düzlem içerisinde yakaladıklarını ve normal bir suikastçının düzlem başına 4 dk verdiğini hesaba katacak olursam totalde 20 dakikam vardı. Onlara kıyasla çok daha hızlıydım elbette, düzlem başına iki dk verirsem 10 düzlem araştırabilirdim. Modiguez'in sonuncu düzlemde olmadığını hesap edersem onu kolayca bulup işi halledebilirdim...

Eh, bana kolay gelsin o zaman...

1. düzlem: Hayır. Sadece iki gereksiz ayrıntı.
2. düzlem: Yataklar boş. Ama içeriden gelen seslere bakarak Modiguez'in burada olmadığını da söyleyebilirim.
3. düzlem: Bir esmer bir sarışın iki kadın var, ikisi de yataklarında oturarak bilgisayar kullanıyorlar.
4. düzlem: 4 kişi var, bir ekranın başına toplanmış bir vaziyette kodlarda oluşan bir sıkıntıyı çözmeye çalışıyorlar.
5. düzlem: Yataklar boş. Büyük ihtimalle ikisi de 4. düzlemdeler.
6. düzlem: İki çekik gözlü Japonca bir şeyler söylüyorlar. Konuşmalarını çevirebilirdim ama sadece 8 dakikam kaldı, bu yüzden vakit kaybetmeden yola devam ediyorum.
9. düzlem: Pencereyi açık bırakmış iki süper zeka var burada. Irklarını pek anlayamadım, ama ikisinin de Modiguez olmadığı kesin. Nerede bu adam Tanrı aşkına!?
10. düzlem: Türkçe konuşan iki kişi var, hararetli bir tartışma içerisindeler. Sorgulamıyorum bile.
11. düzlem: Boş yataklar. Yine de eşyalarından yola çıkarak ikisinin de baş mühendis olmadığını söyleyebilirim. (Kullandıkları bilgisayarlar ortak ağa bağlı, baş mühendis sadece kendi adına açtığı şahsi ağı kullanır. Sinyal bozucuları yok, bir aceminin ve stajyerin yapabileceği hatalar. Yastıklarının altında bulunması gereken tabancaları da büyük ihtimalle estetik görünüm amacı ile başuçlarına asmışlar. Aptalca hatalar.)
12. düzlem: Tombala. Buldum onu, oda arkadaşı yatakta yatarken oturmuş ülkede bulunan tüm güvenlik kameralarına erişim anahtarı çıkartıyor. Oda arkadaşı da acemi, tabanca baş ucunda. Farkında mı bilmiyorum ama böyle bir oda arkadaşı tecrübesizliği yüzünden onun için de potansiyel bir tehdit. Pencereyi kapatmış, mantıklı bir hamle. Önceki evlerden arttırdığım 30 saniyem var, şu anda 45 saniye harcadım, onu öldürüp kaçmak için 105 saniyem var. 105 saniye herkese yeter. Ama şu an sessizlik falan diye düşünmeye vaktim yok. Camı tüfeğin arkasını kullanarak kırdım, felaket bir gürültü çıktı. Refleksleri inanılmaz hızlıydı, hızla dönüp yastığın altındaki tabancasını kavradı. Aferin, akıllıca. Ama ben daha hızlıydım, hızla kalbine 3 el sıktım. Oda arkadaşı da uyanmıştı, duvara astığı tabancayı almaya çalıştı. Ama uyku sersemiydi. Iska. 45 saniyem kaldı, diğer düzlemlerdekiler de hareketlendi. Modiguez'in yatağı kırmızıya bürünürken ben kaçtım. Arkamda mükemmel bir kaos bırakarak kaçtım ve kaldığım pansiyona geri döndüm. Üstümdeki kıyafetleri daha sonra imha etmek üzere çıkarttım, pirana asidi kullanarak kolayca imha etmeyi planlıyordum. Üstüme mavi bir kazak ve pijama altı giydikten sonra yatağımın üstüne oturdum. Şimdi düşünceler içinde boğulma zamanı...

Aleksey kesinlikle ayılmıştı ve kaçmıştı. Güvendeydi. Hiçbir problem yoktu. Aksi olursa kafayı yerdim çünkü. Joe'y vurmuştum ama bu nereye kadar işe yarayacaktı? Kahretsin, onu vururken maskeyi aktifleştirmemiştim. Eğer yüzümü gördülerse biterdim. Aleksey kaçmayı başardıysa o da biterdi. Mükemmel. Bunlar aklıma daima iş işten geçtikten sonra geliyordu. Ben ne yapayım, camdan mı atlayayım? Onun da etkisi yok gerçi, artık kemiklerimi her neyle doldurdularsa paramparça bile olsalar ölemiyordum. Yoruldum... 

Yatağın üzerine yatıp uyumaya çalıştım. Uyudum da. Ama kabus görmedim. Lev beni affetmişti ama hâlâ kabuslarıma eskisi kadar sık uğramıyordu. Ya beni kendi kabusumun içinde yalnız bırakıp gidiyor ya da kabus görmeme izin vermiyordu. Olsun, bu kadarına da şükür...

Ertesi gün ajansa vardığımda ilk işim kahve almak oldu. Felakettim çünkü, aklımı farklı şeylerle meşgul tutmam gerekiyordu ve haber yazarken kahvenin aromasının ne olduğunu, içindeki katkı maddesi vb. şeylerin oranını hesaplamak mükemmel bir akıl dağıtma yöntemiydi. Miray masama haber dosyasını bıraktı, kritik bir haber olduğunu ve elimi çabuk tutmamı söyleyip kaçtı. Dosyayı açtığımda içtiğim kahve boğazıma kaçtı, şiddetle öksürmeye başladım. Diğerlerinin bakışlarına "Kusura bakmayın, çok sıcaktı boğazıma kaçtı." diyerek cevap verdikten sonra haber başlığını bir kez daha okudum...

KUMANDAN ALEKSEY DIMA BORIS, OSTAVYAT KATİLİ OLMA SUÇLAMALARIYLA GÖZ ALTINA ALINDI

İyi halt yemiştim. Adamı iki dakika boş bırakmaya gelmemişti, anında tutuklatmıştı kendini. Karahindiba tohumu musun Aleksey, neden mücadele etmek yerine kaderin seni süpürdüğü yere gidiyorsun? Haber ayrıntılarını okudum: tutuklanma saati sabah 05.13. Ostavyat'ta bir binada tutuklanmış. İsimsiz bir ihbar alınması üzerine polis ekiplerinin Ostavyat'a yaptıkları baskın sonucunda tutuklanmış. Elindeki tabanca ve kıyafetleri gelen ihbardakindekine birebir uyuyormuş. İhbar edilen cinayette kurbanın cesedi de binanın çevresindeki bir gecekondunun içinde, üstüne kalın bir battaniye örtülmüş vaziyette bulunmuş. Aleksey'in elindeki kandan alınan DNA örneği kurbanınkiyle birebir uyuşuyormuş. Kurban kim mi? Geçen gün işlenen Sophie Erlich cinayetinin kurbanı Sophie'yi en son gören kişi: J.H. Daha net konuşmak gerekirse Juliet Hunt. Durum böyle olunca Ostavyat Katili olma şerefi de elbette Aleksey'in oluyordu... Komik mi sinir bozucu mu bilemedim.

Hafifçe titrediğimi hissedebiliyordum. Sinirim bozuluyordu. Tam bir sorunu halletmeye yaklaşmıştım, hooop yenisi ortaya çıkmıştı. Ben ne yapayım şimdi? Avukatı mı olayım, ne yapa- güzel fikir aslında. Avukatı kılığına girsem, sonrasında da onu oradan kurtarsam?

Ama ufak bir sıkıntı daha vardı. Grimmzom vakası daha duyulmamıştı. Eğer en ufak bir görgü tanığı dahi varsa batardık. Hem de öyle bir batardık ki Titanik bizden ders alırdı. Gerçi Aleksey'in her görgü tanığını hallettiğini düşünüyorum. Elbette Aleksey konuşmasın diye doktora para vermemişti. Ona benim kadar çok ameliyat yapılmamıştı, benim burnum onunkinden yüzlerce hatta binlerce kat daha keskindi. Binaya sinen leş ve kan kokusunu elbette almıştım. Bu denli mide bulandırıcı bir kokuyu maskeleyebilmesi imkansızdı. Zaten, kim böylesi mükemmel bir sahtekarlığı ortaya çıkarma fırsatını birkaç tomar para için geri teperdi ki?

Titreyen ellerle haberi yazarken bir yandan da yeni planı kafamda kuruyordum. Yeni bir sahte kimlik, yüz ve avukatlık başvurusu. Sahte özgeçmiş. Bolca rol yapma. Hayat yine benim için sonsuz bir tiyatro sahnesine dönüşüyordu... 

O gün iki haber yayınlandı:

"Hükümet kumandanı olan Aleksey Dima Boris dün sabah 05.13'te göz altına alındı. Boris'in suçlu olup olmadığına dair belirsizlik, toplumda endişe ve spekülasyon dalgası yaratmış durumda.

Juliet Hunt'un trajik ölümüyle ilgili olarak Boris'in suçlanması, birçok kişiyi şaşırttı ve dehşete düşürdü. Olay yerinde bulunan deliller ve Boris'in elindeki tabancanın cinayet silahı olarak değerlendirilmesi, suçlamaların arkasında yatan gerçeklerin aydınlatılmasını gerektiriyor.

İsimsiz bir ihbarın ardından yapılan araştırmalar, Boris'in beden ölçülerinin ihbardaki şüpheliye uyduğunu ortaya çıkardı. Bu durum, Boris'in cinayetlerle bağlantılı olabileceği şüphesini artırıyor. Ancak, Boris'in dün sabah saat 05.13'te tutuklanmasına rağmen, hala net bir kanıt bulunmadığı için suçluluğu hala kesinleşmemiş durumda. Şehirdeki endişe ve güvensizlik artarken, toplum adaletin sağlanması için adli makamlardan hızlı bir yanıt bekliyor."


Ve ikinci haber...

"Olho'da Dasauge projesinin baş mühendisi olarak tanınan Joe Modiguez, içinde bulunduğu odada bir saldırıya uğradı. Modiguez, dün gece vuruldu ve durumu kritik bir hal aldı. Oda arkadaşı olan stajyer mühendis Vincenzo Holland katilin yüzünü net göremediğini ancak kesinlikle bir kadın olduğunu ve deneyimli bir suikastçı olduğunu düşündüğünü belirtti.

Modiguez'in vurulması, şehirde büyük bir şok dalgası yarattı. Olay yerinde toplanan deliller, saldırının ardındaki gizemi aydınlatmaya yetmiyor ve soruşturma hala devam ediyor. Dasauge projesi üzerinde çalışanlar, bu olayın yarattığı dehşet ve endişeyle sarsıldı. Modiguez'in hayatta kalma mücadelesi, Olho'nun ve Dasauge'nin geleceği için kritik bir öneme sahip."

İki haber de kısaydı. Neden mi? Gazetedeki diğer cafcaflı haberlerin arasında kaybolup gitsinler diye elbette. Gerçekleri en korkusuzca yazan gazete bizdik, ancak bizim de belirli bir sınırımız vardı. Zaten insanlar gerçeklerden ziyade kendilerini mutlu eden şeyleri okumayı tercih ediyorlardı, tüm bu çaba ne içindi ki? 

Elbette cafcaflı ve mutluluk verici uyuşturucu yalanlar yerine gerçekleri öğrenmek isteyen o azınlık için...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Metal Kalp Bölüm 1: Kaçış

Metal Kalp Bölüm 24: Kanlı Bir Anı