Metal Kalp Bölüm 28: Kabuslarım, Bana Verilmiş Armağan
----------Michelle Howell'in Gözlerinden----------
Karşımıza çıkan adam her açıdan tuhaftı. Bakışları, konuşması, sesi, her şeyi... Ama yanıma gelip gözlerimin içine baktığında gördüğüm kızıl gözleri, tanıdık bir dosta aitlerdi. Yıllar önceden gelen bir dosta... Her doğum günü gecemde gördüğüm kabuslardaki adamın gözleriydi bunlar.
Daha çok küçükken başladı kabuslarım. O yılki doğum günüm korkunçtu. Babam eve kör edilmiş bir gözle dönmüştü. Annem sinir krizi geçirmişti. Abim babamdan korkmuş, kendisini odamıza kilitlemişti. Ben babama sarılıp onu çok özlediğimi söylemiştim. Başımdan geçenleri anlatmıştım, babamın yüzündeki mutsuzluk gitsin diye o kadar uğraşmıştım ki. Ama babam gülmemişti o gece. Sağlam kalmış gözünde sadece acı vardı. Acı ve mutsuzluk. Belki anlattıklarımı dinlemedi bile o gece, bilemiyorum. Sadece en sonunda beni itip sessizce ağlamaya başladı. Babamın bu tavrına anlam verememiştim. Beni onu çok seviyordum, onu mutlu etmeye çalışmıştım, gülsün diye uğraşmıştım ama o beni sadece itmişti. Yolunun üstündeki pis bir böcekmişim gibi, beni ezmek istermiş gibi itmişti beni. Ben de içimdeki acıyı unutmak istercesine abimin yanına, odamıza gitmiş ve yatağıma atlayıp uyumuştum...
Rüyamda babamla oturuyordum, bana masal anlatıyordu. Gülüyorduk, mutluyduk... Sonra bir çığlık yankılandı evin içinde, korkunç bir çığlık. Evin içerisine simsiyah bir duman girmeye başladı. Babam beni yakalayıp evin içerisinde dolaşmaya başladı. Çünkü annem ve abimin çığlıkları evin içindeki odalardan geliyordu hâlâ. Biz yürümeye devam ettik, ama odalar bitmiyordu. Ev adeta sonsuz bir labirente dönüşmüştü. Açtığımız odalardan her birisinde farklı şeyler vardı: ilk odada sarı bir karahindiba vardı, sonra yavaşça soldu ve bembeyaz dilek çiçeği haline geldi. İkinci odada simsiyah bir gül vardı. Önce yapraklarından kanlar akmaya başladı, sonra ise yaprakları solup kendi kanının içine düştü tane tane. Üçüncü kapıda ise beyaz bir lale vardı. Oda kararsa da zarifçe ışıldayarak ışığını koruyordu. Sonra karahindibanın tohumları ona doğru uçtular. Yapraklarına dokunduğu anda bembeyaz taç yaprakları kuruyup yere düştü. Sonrasında gülün yapraklarının içinde yüzdüğü kan beyaz lalenin yanına doğru akmaya başladı. Kan beyaz lalenin etrafını kuşattı ve lalenin gövdesine dokunduğu anda kuruyup manasız bir sopa haline geldi. En sonunda portakal gibi kokan bir rüzgar esti ve o kurumuş sopanın kalan parçalarını alıp götürdü... Dördüncü kapıya ulaştığımızda annem ve abimi gördük. Birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı. Babam onlara doğru koştu, beni orada bıraktı. Siyah bulut daha da yaklaşıyordu, korku ile titremeye başladım. Ama sonra simsiyah buluttan değişik bir koku geldiğini fark ettim. Hafif bir kokuydu ve bana nedense eski dünya ile ilgili kitaplarda okuduğum nilüferleri hatırlattı. Nilüfer kokusunun altından rahatsız edici bir gül kokusu da seziliyordu. Simsiyah buluta doğru bir adım attım, bulut bana doğru daha da hızlı süzülmeye başladı. Bir adım attım ve çiçek yapraklarıyla dolu kan ailemin yanına ulaştı. Elimi buluta doğru uzattım, bulut kolumu kavramaya başladı. Önce yakıyordu, ama alışınca mutlu hissettiriyordu. Elimi buluta doğru uzattım ve ailem kan kusmaya, kendi kanlarında boğulmaya başladılar. Onların yanına doğru koşmaya çalıştım, ölüyorlardı, ama koşamıyordum, hiçbir şey yapamıyordum, işe yaramazdım... En sonunda bedenleri gözden kayboldular, ben ise oturup ağlamaya başladım. Ben ağlarken siyah bulut da etrafımı sardı, sanki beni dışarıdaki korkunç manzaradan korumaya çalışıyordu... Sonra hafif, melodik ve acılı bir ses duydum...
"Artık onlara yardım edemezsin."
Hıçkırıklar içerisinde ağlarken siyah duman iyice etrafımı sardı. Artık hiçbir şey göremiyordum, zaten görmek de istemiyordum. Siyah bulutu da istemiyordum, ben babamı istiyordum... Annemi istiyordum... Abimi istiyordum... Yüzümü ellerimin içerisine gömdüm, hıçkırıklarla ağlamaya devam ettim.
"Hepsi benim suçum, orada kalsaydım bunlar olmayacaktı, benim suçum, ben her şeyi mahvettim... Her şeyi mahvettim..."
Gözlerimi araladığımda karşımda bir adam oturuyordu. Kızıl gözleri, simsiyah saçları vardı. İki tane de boynuzu vardı ama boynuzlardan bir tanesi kırıktı. Simsiyah bir kazakla siyah pantolon giymişti. Ben ağlarken öylece oturup beni izledi.
"Sana ağlama demeyeceğim, çünkü gözyaşların seni kurtaracak. Benim de ağladığım çok zaman oldu. Şu an sana kimsenin sunmayacağı bir fırsat sunuyorum: özgürce ağlamak. Vaktin varken bol bol ağla, ileride böyle bir fırsatın olmayacak."
Ben de onun dediği gibi yaptım, bol bol ağladım... En sonunda sırılsıklam olmuş gözlerimi sildiğimde onun bana bakarak gülümsediğini gördüm. Kaşlarımı çattım, ayağa kalktım ve öfkeyle bağırdım.
"Ne diye gülüyorsun sen!"
Sonra onu dövmeye çalıştım. Babam bazen bize kavgalara karıştığını, sadece yumruklarıyla rakiplerini doğduklarına pişman ettiğini anlatırdı. Ben babamın kızıydım. O yaptıysa ben de yapardım! Onu döverken sadece gülümsedi. Hiçbir şekilde karşı çıkmadım.
"Gülüyorum, küçük hanım, çünkü ilk defa kabuslarında gördüğü bir canavara kafa tutan bir çocuk görüyorum."
Ayağa kalktı ve siyah dumana doğru ilerledi. Ona baktığımda sırtında iki minik deri parçası vardı. Annemin bana okuduğu masallardaki ejderhaların kanatlarından kesilmiş birer parçayı andırıyorlardı. Elini duvara doğru uzattı, ama gitmeden önce son bir şey söyledi...
"Kabuslarını unutma Michelle, onlar sana verebileceğim tek armağan. Kabuslarını asla unutma, vakit geldiğinde onlar seni uyaracaklar. Burası senin dünyan, buraya gel ve ağla. İstediğin her şeyi yap. İnsanlar rüyaları özgürlük sanarlar, çünkü kabusların sadece acıdan ibaret olduğuna inanmışlar. Buraya gelmek canını acıtacak Michelle, ama acıttığı kadar da özgürlük verecek sana. Kendine iyi bak."
Siyah dumanın içinden çıkıp ortadan kayboldu. Duvarlar birden yanmaya başladılar, ateş bana da ulaştığında acı dolu bir çığlık atarak uyandım. Kimse yanıma gelmedi. Galiba o gece ailemin umrunda olan son şeydim ben, haksız da sayılmazlardı. O gece annemi görmek istemiyordum zaten, yüzündeki mutsuzluk içimde kalmış birkaç nebze duyguyu da karartıyordu. Ben gülümsüyorum diye beni mutlu zannediyorlardı zaten, ben onlar gülümsesin diye gülüyordum ama bundan haberleri yoktu...
Gelecek yılki doğum günümde babam yoktu. Görevdeydi. Annemin ona gitmemesi için yalvardığı görevdeydi. Ev sessizdi, annem yorgundu ve uyuyordu. Abim kitap okuyordu, bense oturmuş duvarı izliyordum. Geçen yılki rüyamı düşünüyordum, babam cidden beni bırakmıştı. Ama o çiçekler ne anlama geliyordu? Ben çiçekleri sevmezdim ki. Gece gündüz çiçekler, düşleyen bir kız değildim ben. Severdim ama rüyamda görecek kadar takıntılı değildim. Bunları düşünürken farkına bile varmadan uyuyakalmışım...
Parkta oturuyordum. Babam değil abim var yanımda bugün. Havada uçan tek kuş kargalardı. Park çok sessiz, kimse yok. Abim elinde kitapla beni salıncakta sallıyordu. Her şey güzeldi, sonra bir rüzgar esti. Portakal kokan bir rüzgar... Abimin elindeki kitap aniden yere düştü, abim de beraberinde... Salıncaktan atlayıp yanına doğru koştum, kalbi atmıyordu... Yani atıyordu ama bir kalp değil, saat sesi geliyordu kalbinden. Sonra başımı kaldırdığımda bir mahkeme salonundaydım. Orasının adının mahkeme salonu olduğunu çok sonra, bir kanun kaçağı olduğumda öğrendim... Sert bir tokmak sesi, hakim açık sarı saçlı bir adam. Ama adamın yüzünde simsiyah bir maske var, maskede en ufak bir delik yok. Elime bir kitap veriyorlar birden: cinayetlerimin listesi var bu kitapta... Kitabın başında bir hikaye var, iyi bir şeytan ve kötü bir meleği anlatıyor... Elimde hala kitap varken harfler akıp abimi içlerine alıyor, sonrasına ise kitaba geri dönüyorlar. Abim ortadan kaybolmasına üzülmeye fırsat bulamamışken hakim ve arama demir parmaklıklar giriyor, hakim yüzündeki maskeyi bir anlığına kaldırıp atıyor. Ama tek hatırladığım hakimin mavi gözleri... Ve o gözlerden akan gözyaşları... Hakim maskeyi tekrar takarken gülüyor ama gözyaşları içinde bulunduğum hücrenin dışına yeni bir duvar örüyor... Elimde kelepçeler beliriyor bir anda, etrafımda ise bir sürü leylak. Leylaklardan bir tanesi mavimsi ama, çiçekleri izliyorum. Ve anlıyorum, suyun içinde yayılan siyah lekeden anlıyorum... Gölgelerden çıkan adam tekrar geliyor, bu kez simsiyah bir takım elbise giymiş. Kıyafetlerine şaşkın gözlerle baktığımı görünce omuz silkiyor.
"Bir aristokratın kabusunun yönetim işini hallediyordum. Güzel çiçekler."
Ona baktım ve meraklı bir ses tonuyla konuştum.
"Neden burada hep çiçekler görüyorum ben? Çiçek takıntılı falan değilim ki."
Yanıma oturdu, cebinden çıkarttığı zümrüt bir anahtarla kelepçeleri açmaya konuştu. Bir yandan da soruma cevap verdi.
"Hiç kendi konuşmana dikkat ettin mi Michelle? Bir çocuk gibi konuşmuyorsun. Doğru dürüst gülmüyorsun. Kalbin neşeyle atmıyor. Annene koşa koşa yolda gördüğün çiçekleri götürmüyorsun. Annenle konuşamıyorsun. Abin sana küs, her şey için seni suçluyor. Sense onlar seni sevmediği için kahroluyorsun, kendi varlığını dahi sorguluyorsun. Hiçbiri senin suçun değil. Senin doğduğun dünyada çiçekler sadece kir, çocuklar sadece varis, aşk sadece tuzak, sevgi sadece aptallık, neşe sadece umursamazlık. Rüyanda çiçekleri görüyorsun, çünkü çiçekler hayatı anımsatırlar duygusal insan kalbine. Ve senin kalbinde bütün dünyaya yetecek kadar çok duygu var Michelle. Rüyanda çiçekleri görüyorsun çünkü ben çiçeklere bayılırım."
Gülümsedi ve kolunu hafifçe yukarı sıvadı. Bileğinde gül izleri vardı. Saçlarını şakaklarından çekti, iki minik nilüfer izi şakaklarına işlenmişti. Gerçekten çiçekleri çok seviyor olmalıydı.
"Bir yıl önceki rüyanı hâlâ hatırlıyorsun, değil mi Michelle?"
Evet demek için başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. Kelepçeler bileklerimden düştü, yerde yavaşça eriyip yok oldular. Adam bana baktı ve acı bir şekilde güldü.
"Kabuslarla lanetlenmiş bir prens olmak ne zor, yardımı bile ancak kabuslarda yapabiliyorum."
Ona üzülmüştüm. Çiçekleri bu kadar seviyorsa güzel bir bahçede olması gerekmez miydi? Hükümet tüm çiçekleri kendi özel serasında toplamıştı, sadece hükümet çalışanları ve askerlerin aileleri girebilirdi. Böyle bir yerde çalışması onu çok mutlu ederdi. Gülümseyerek konuştum.
"Başkan Huang-Li Chen tüm çiçekleri kendi özel serasında toplattı, öyle bir yerde çalışmak istemez misin?"
Yüzünde bir anlığına şaşkınlık belirdi, ardından bu şaşkınlık öfke dolu bakışlara dönüştü...
"Nasıl yani, kimsenin evinde çiçek yok mu?"
"Yook. Neden olsun ki?"
"Bahçelerde?"
"Hayır."
"Neden tüm çiçekleri kendi bahçesinde toplattı?"
"Bilmem. Sadece hükümet çalışanlarının, askerlerin ve ailelerinin seraya erişimi var."
"Bu nasıl bir saçmalıktır böyle!"
Öfkeyle ayağa kalktı.
"Çiçeklerdir insan kalbine canlı olduğunu hatırlatan! Onlar insanı vahşi bir canavara dönüşmekten korur, onlar temizler toprağı savaşların hediyesi kanlardan! Kimse çiçekleri kendisi için çalamaz, bunu yapan kişi ölümcül bir günah işlemiştir- suçu umudu çalmaktır çünkü insanoğlundan! Pandora kutuyu açtığında dahi geride umut kalıp korumuştu Pandora'yı işlediği affedilmez hatanın duygusal cezasından!"
Aniden simsiyah bir aleve dönüştü, parmaklıkları yaktı, gözyaşı denizini kuruttu ve ortadan kayboldu. Söylediklerinin anlamını ancak yıllar sonra anlayabildim. O gün saçma birer şiir gibi gelen sözler, büyüdükçe anlam kazandı. Kabuslarımda gelen muhafız çiçek seviyor diye ben de sevdim çiçekleri, haklıydı çünkü. İlk küçük suçum seranın camını kırıp içeri girmemdi. Annem çok kızmıştı o gün, sicilimde minik bir leke olacaktı çünkü. Nereden bilebilirdi ki küçük kızının temiz sicili yıllar sonra adalet aşkıyla kirlenecek?
Sonraki yıl, annem bizi doğum günümün olduğu gün terk etti. Artık dayanamadığını söylemiş abime, biraz hava alması lazımmış... Baharda gelecekti, söz vermişti. O sırada biz de evde kalacaktık, annem yeterince para bırakmıştı. Abime yapmam gereken her şeyi anlatmıştı. Hiçbir sıkıntı çıkmayacaktı...
...Tabii annemin sokaktaki bir serseri tarafından vurulduğunu hesaba katmazsak...
Annemin bizi terk ettiği gece kabuslarımda bir uçurumun kenarındaydım. Uçurumdan aşağı baktığımda bir nehir akıyordu, su berrak değildi ama. Bulanıktı, beraberinde kabukları da götürüyordu. Ölü insan, bitki ve hayvan kabuklarını yani... Aniden arkamda fısıltılar duydum: kahkahalar, sevinç dolu söylemler ve ölüm kokan sövgüler... Daha ne olduğunu anlayamadan nehire doğru itildim. Çığlık atmama rağmen kimse gelmedi yardımıma. 6 yaşındaki her kızın yapacağı gibi annemi ve babamı çağırdım, gelmediler... Nehre düştüm, boğuluyordum. O kabuklardan biri olmak istemiyordum! Gözyaşları içinde, kimsenin beni duymayacağını bilerek haykırdım.
"BU BİR KABUS, GERÇEK DEĞİL! GERÇEK DEĞİL!"
Bu sözleri haykırmamla beraber dünyamın kararması ve gözümü bir zindanda açmam bir oldu. Gerçek bir zindandı burası, geçen gün kabusumda gördüğüm oda değil. İçeride başı tersine dönmüş insanlar vardı, her birisi bir yılan tarafından sarılmış ve o yılanlar tarafından ısırılıyor olan insanlar vardı, devamlı sert esen bir rüzgarların sayesinde delirmiş insanlar vardı. Devamlı yağan bir yağmur yüzünden bedenleri suda çürümüş insanlar vardı. Ağır kayaları durmadan zindanın bir köşesinden diğer köşesine sürükleyen insanlar vardı. Ve en sonunda simsiyah bir dumanın içine girip kaybolan insanlar vardı... Siyah duman her yuttuğu insanla beraber daha da güçleniyordu. Gördüğüm dehşetli manzara karşısında ağlamak istiyordum, ama ağzımı açamıyordum. Elimi yavaşça ağzıma doğru götürdüm... Ağzım dikilmişti. Korku ile titremeye başladım, ağlarken tek sahip olduğum gözyaşlarımdı...
Sonra insanların girip gözden kaybolduğu siyah bulutun içinden yine o adam çıktı. Bu gün simsiyah bir gömlek, pelerin ve pantolon giymişti. Boynuzlarından alevler çıkıyordu ama bugün, başında zeytin yapraklarından bembeyaz bir taç vardı. Bugün gerçekten bir kral gibiydi...
"Kabuslarına karşı çıktın..."
Sesindeki hayal kırıklığı o kadar somuttu ki hissedebiliyordum. Ona yalvaran gözlerle baktım, bu korkunç manzaraları görmek istemiyordum. Yanıma oturdu. Sert bir sesle konuşmaya başladı.
"Burası özgürlük Michelle, bu doğru. Kabuslarında ne istersen yapabilirsin. Neden yapabilirsin biliyor musun, Michelle? Çünkü sen, benim kabuslarda özgürlük izni verdiğim ender kişilerden birisin. Sana bu izni verdim çünkü bana benziyorsun. Çünkü mutluluğun içindeki hüzünsün sen, Michelle. Bembeyaz karlardaki o ayak izisin sen. Diğerleriyle bağ kuramıyorsun, zaten istesen de kuramazsın. Nereden mi biliyorum? ÇÜNKÜ BEN DE KURAMADIM!"
Aniden bağırmasıyla korktum. Gözyaşlarım yanaklarımdan daha da sık akmaya başladı.
"Ama kabusların ne kadar korkunç olursa olsun onların sana verilmiş bir armağan olduğunu bilerek sessiz kalmalıydın. Dayanmalıydın. Her kabusunda yardımına koşmuyor muyum? Güvende olacağının bir teminatı değil midir bu! Ama sen dayanamadın. Ufacık bir acıya katlanamadın. Şimdi senden kabus özgürlüğü iznimi geri çekersem ne olacak? Yaşadığın hayatın her türlü kabustan beter olduğunun farkında değil misin sen!"
Gölgesi karşımda büyüdü, gözleri karardı. Gölgesinde iki adet kanat vardı ama, damla damla kan damlayan iki kanat... Elinde minik bir bıçak olduğunu fark ettim. Sonra, tam beni öldürmek üzereyken bir şey fark etti...
...Ben sadece 6 yaşındaydım...
Bıçak elinden düştü, gölgesi eski haline döndü, gözleri tekrar kan kırmızısı oldular. Derin bir nefes aldı ve yüzünü ellerinin arasına gömdü. "Ne yapıyorum ben..." diye mırıldandı kendi kendine, sonra bana baktı.
"Bu dünyanın kuralları var. Kuralları çiğneyen bir suçluya öylece göz yumamam. Hiç istemesem de... senden bazı bedeller ödemen gerek. Buranın kuralı bu."
Ellerini alnıma yaklaştırdı, eline beyaz zincirler dolanmaya başladı. Çıkan ışıkla gözlerim kamaştı, mecburen gözlerimi kapattım...
Gözlerimi döşemede açtım. Elimi istemsizce ağzıma doğru götürdüm, her şey normaldi. Her şey düzelmişti. Normalde her kabusumdan çığlıklar atarak uyanırdım, ama bu kez kalbim şaşılacak derede normal atıyordu. Korku değil, tuhaf bir boşluk vardı içimde. Oturdum ve uzunca bir süre duvarı izledim...
...Benden bedel olarak ne almıştı acaba...
Daha sonra evimizden atıldık, kirayı ödeyecek kadar paramız yoktu çünkü. Annemiz hükümetin asker ailelerine yaptığı cömertliğin sayesinde bir mezara kavuştu. Biz de sokakta yaşamaya başladık. Aslında bu da yasadışıydı, başkentte sokakta yaşayamazdın. Kirlilik olurdun. Saklanarak 1 yıl boyunca sokakta yaşadık. Sonra yıllarca hiç kabus göremedim...
...Özgürlüğümü elimden almışlardı sanki. Elimde kalan tek şey kabuslarımdı, acı veriyorlardı, ama hâlâ insan olduğumu hissettiriyorlardı. O zamanlar küçük olduğumdan bu hediyenin kıymetinin farkında değildim. Ama birisi şu anda gelip bana tekrar kabuslarımı sunsa asla ama asla hayır demezdim...
Ve şu an karşımda yıllar öncesinde bana 3 altın kabus sunan, ardından beni 16 yıl boyunca rüyalara mahkum eden o adamdı. Yıllar sonraki ilk kabusumu bana bu yıl tekrardan bahşetmişti... Elimdeki beyaz laleye baktım. İnce zincirlerle işlenmişti. Bana kabuslarımı geri vermişti. 16 yıl sonra...
...6 yaşındayken kabuslar armağan ettiği kız 23 yaşına gelmişti, bir kabusun içinde yaşıyordu. Ona gülümsedim...
Yorumlar
Yorum Gönder