Kırık Kont Bölüm 20: Zakkum Çok Masum Bir Çiçektir

 "Sirius, kim derdi ki Kırık Kont'un uğruna gözyaşı döktüğü aşkı bir lanetin sonucu var olmuş bir hayaldi..."

Yattığım bulutun üzerinden gökyüzünü izlerken farklı bir sihir deniyordum: ateşten nilüfer çiçekleri yontmak. Zaten şu an tek yapabildiğim sihir de buydu. Aylardır bir melektim ama tek yapabildiğim günah batağına daha da batmaktı. Tek kazancım gözyaşları, çığlıklar, kabuslar ve kan damlaları olmuştu... Ve bundan nefret ettim. İki kalp arasındaki iplikler çözüldükçe düşüncelerim de özgür kalıyorlardı. Ama nereye kadar böyle saklanarak gidecektim? Sadece oturarak elde edeceğim tek kazanç gerçek bir korkak olmaktı...

Doğruldum. Aklımı uzun süredir kurcalayan bir fikir iyice parlamaya başlamıştı zihnimde. Şu an Şeytan Klanı'nın topraklarında kaos had safhada olmalıydı. Çünkü Venellam halktan kehanet ve lanetle ilgili gerçekleri saklasa da babam asla bunu yapmazdı. Aksine halka gerçekleri açıklar, olabilecek her türlü krize karşı hazırlıklı olmalarını söylerdi. Ama bu normal bir haber değil, dünyamızın yıkılış ve savaşın başlangıç haberi olabileceği için şeytanlar her an kaos çıkarmaya hazırlanırlardı. Ya bundan faydalanabilseydim...?

Gülmeye başladım. Bu niye aklıma gelmemişti? Sahte bir aşk gözümü mantığımı kullanamayacak derecede kör mü etmişti ki normalde aklıma ilk gelecek akılcı bir plan haftalar sonra aklıma geliyordu... Cupe, bana nasıl bir hasar verdin ki haddi hesabı yoktu...

Gülmeye başladım, pişmanlıklarla dolu kahkahalardı bunlar. Acıyla dolu, boşa akmış gözyaşlarının acı hatıralarıyla dolu kahkahalardı bunlar... Bitti. Ona çok şans verdim. Herkese çok şans verdim. Yıllarca kendimi suçladım. Doğru dürüst bir şeytan olamadığım için, annemin kim olduğu bana asla söylenmediği için, yaşadığım için! Sonuç neydi? Sonuç neydi? Aşağılanma, sevilmeme, hor görülme, terk edilme, lanetler, büyüler, izler, dağlanmış bir kara gül...

...ve nilüfer yaprakları...

Yüzümü ellerimin arasına gömdüm ve bir şeytan olmayı tekrar tüm kalbimle diledim. Kanatlarımdaki melek tüyleri tek tek döküldüler, uçtular ve tüm masumiyetleriyle gök yüzünde kayboldular. Tekrar çıktı boynuzlarım, onlar derimi delerken damla damla kan damladı yüzüme. Gözlerimin ışığı solup yerlerini kan kırmızı ışıltılara bıraktılar. Sarı saçlarım karardılar, simsiyah oldular. Melek olan ben de ölüp yerini şeytan olan bana bıraktı...

Kont Lucifer tam anlamıyla geri gelmişti...

Kanatlarımı açıp gizlice Thammenos'un kıyısına, meleklerin şehrine ilk indiğim yere gittim. Sakladığım kolyelerimi ve yüzüklerimi buldum, hepsini geri taktım. Derin bir nefes aldım ve adımımı toprağa attım...

...attım ve soldu çiçekler, attım ve karardı toprak, attım ve sarardı çimenler, attım ve kurudu dere, attım ve yandı o serin toprak, attım ve gözden yitip gitti hayat...

Ve nedense bu bana çok huzur verdi...

Kendimi yakıp küllerimden tekrar doğamazdım ama bir çiçek gibi solup yeniden var olabilirdim. Ben de öyle yapmaya karar verdim. Yavaşça bileklerime dokundum, damarlarımın birleştiği noktaya... Kurumaya başladı bileğim, solan bir çiçek gibi. Ama çok tuhaftır, hiç acıtmadı bu canımı... Kurumaya devam etti bedenim, yüzüme de ulaştı elbette... Gözlerimi kaybettim, kulaklarımı... Şimdi tamamen karanlık bir dünyada yaşıyordum...

Kupkuru olduğumda bir rüzgar esti, tarif edemeyeceğim derecede güzel çiçek kokularına sahip bir rüzgardı bu. Ama içlerinden ikisi çok baskındı-

...Gül, acı çektiğim günlerin, gecelerin hatırına; kırılmış kalbimin zar zor attığı zamanların uğruna... 

...Nilüfer, karanlığın içerisinde umut bulduğum anların; solmuş bir kalbin yeniden çiçek açmasının şerefine...

Kurumuş bedenimde kalanları rüzgar savururken bir çiçek açtı toprakta...

...Bir lavinia...

Gözlerimi küllerin ve yanan bir ateşin içinde açtım. Yanıyordum ve bu bana zevk veriyordu. Acıyordu ama o kadar hata ve yanışın arasında birkaç ufak kıvılcım nedir ki...

Oturdum. Burası sınırın hemen kenarındaki bir bölgeydi. Burası gün doğumundan önceki zifiri karanlıktı. Burası cehennemin en derin köşesiydi. Ve ben burada acı çekmediğime göre belki de bu bir işaretti. İşlediğim tonlarca hatanın artık yandığımı dahi hissedemeyeceğim kadar kalbimi kararttığıydı...

Uçmak istemedi canım, alevlerin arasında yürümek istedi. Sevinmek istemedi canım, ateşler içinde ağlamak istedi. Ne denli berbat bir insan olduğumu ruhumun en derinlerinde hissetmek istedi canım... Ama keşke beni biraz rahat bıraksalar da vicdan azabımı yapayalnız, hakettiğim şekilde çekebilsem...

...Ama izin vermiyorlar kalbim, izin vermiyorlar günahlarımın kefaretini ödememe...

Belki Kimera'nın nilüfer mührü sayesinde, belki de ben çok değiştiğimden, yürüdüğümde kimse tanımadı beni. Gerçi zaten yeryüzünde şeytanlar yok denecek kadar azlardı. Kanatları varken yürümek şeytanların fıtratına tersti. Sabretmek veya alçakgönüllülük asla hayal edilemeyecek erdemlerdi...

Saraya vardım. Muhafızlar yoktu kapıda, zaten şeytanın sarayının kapısında niye muhafız olsundu ki? İsteyen girerdi buraya, giren de aptalca özgüveninin bedelini öderdi. Ruhuyla, kalbiyle, hayatıyla veya malıyla... Güzel görünürdü burası bilmeyene, melek sarayından da ihtişamlı görünürdü kimisine. Gerçeği ancak ben ve benim gibileri bilirlerdi... Ve yine sarayın kapısında yüzlerce, binlerce, on binlerce ölümlünün ruhani avatarları bekliyorlardı. Adeta büyülenmişçesine bakıyorlardı o lanetli yolun kapısına, gerçeği göremeyecek kadar kör olmuşlardı ihtişamla...

Kimisi saraya bakıp kimisi ise girmek için fevkalade bir çaba gösterirken ben rahatlıkla girdim içeri... İçeri girebilen ölümlüler çeşitli koridorlara saptılar: kimisi aşka doğru, kimisi paraya; kimisi şöhrete doğru, kimisi yalanlara... Ben ise babamın çalışma odasının olduğu koridora doğru emin adımlarla yürümeye devam ettim.

Kapıda muhafızlar yoktu yine, tek bir cümle yazılıydı büyük siyah kapıda:

"Kibrin yüzünden kovuldun mu?"

Güldüm, başımı salladım ve kapıyı sertçe ittirdim. Raflarca kitaplık, karanlık duvarlar, masa ve sandalye... Bir şeytanın çalışma odası işte... Duvarlardaki raflarda tonlarca minik şişe, üstlerinde isimler yazılı. Bu saraya adım atmış kişilerin isimleri...

Sarayda ülke yönetimi ile ilgili dosyalara sadece belli üst kademe kişilerin izni vardı. Bu kişilerin arasında ben de vardım. Öncelikle o dosyalara erişim sağlamam gerekiyordu. Son birkaç aylık raporlarda kutsanmanın bozulduğu günden itibaren gerçekleşmiş her türlü anarşist faaliyete ait bilgiler yer alıyordu. O bilgilere ulaşmam planım açısından hayati bir önem teşkil ediyordu, çünkü yönetimin başına geçmek için yapacağım her türlü hamle o raporların sağlayacağı bilgiye göre olacaktı. En ufak bir hatam yüzünden şeytanların yasal gördüğü türlü korkunç işkence ve cezalara tabii tutulabilirdim.

Tüm şişelerden ayrı duran 7 şişenin bulunduğu rafa doğru ilerledim. Bu şişelerin üstünde bahsettiğim dosyalara erişme yetisine sahip insanların isimleri yazılıydı. Şişelerden üstünde kendi adım yazana doğru uzandım. Şişeyi aldıktan sonra içindeki siyah-bordo akışkan sıvıya baktım bir süre...

...Tüm şişeler tam doluken benim şişem sadece yarısına kadar doluydu...

Ardından şişeyi kaldırdım ve tüm şiddetiyle yere doğru fırlattım. Kırılan cam sesi eşliğinde siyah ve bordo sıvı duman olup tüm odayı kapladı. Duman tıpkı kiraz gibi kokuyordu, içerisinde kıvılcımlar, patlamalar meydana geliyordu. Sadece bekledim...

...Ama hiçbir şey olmadı...

Anlaşılan ben zindana atıldığım andan itibaren bu dosyalara erişimim kapatılmıştı. Nedenini anlayamasam da üstünde adım yazılı şişeyi raftan kaldırmamışlardı ama. Garip... Belki başka bir çözüm yolu bulurum amacıyla raflardaki tüm şişeleri tek tek kırdım: sarı-turuncu, kızıl-yeşil, siyah-gri, beyaz-mor, lacivert-bronz ve yeşil-gümüş. Her kırdığım şişede odaya farklı bir duman yayılıyordu, farklı çiçek veya yiyecek kokuları alıyordum ama hiçbir şekilde olması gerektiği gibi oda benim bilinçaltı imgeme göre şekillenmiyordu! Yere çömeldim ve ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. O sırada farklı bir çiçek kokusu duymaya başladım...

...Zakkum...

Utanmazca şeytanın sarayına gelen davetsiz misafirleri defetmek için hazırlanmış, bunaltıcı ama güzel bir koku... Zehirliyor ama zehirlerken o denli sarhoş ediyor ki ölmekte olduğunu fark edemiyorsun. Ve bu kokunun ne olduğunu bilmeyen şanssızlar mutlu bakışlar ve sarhoş bir zihin ile ölüp giderken gerçeği bilenler bu feci ölümün ağırlığı altında ezilerek ölürler...

Zar zor ayağa kalktım, başım fena dönüyordu. Babamın ağır sandalyesini güçlükle kavrayıp cama doğru fırlattım, çizik bile yoktu. Bir yandan sarhoşluğun dengemi bozmasıyla uğraşırken bir yandan da duvarda bulduğum şişeleri büyü ya da ruh demeden cama doğru fırlatmaya başladım, camda ufak çatlaklar oluşmaya başladı. Tabii bu uğurda birkaç ruhu da babamın esaretinden kurtarmış oldum...

En son takatim kalmadığında çatlaklar ile dolu cama yaslandım ve gözlerimi kapadım. Keşke mutlu bir şekilde ölebilseydim... Keşke o kutsanmayı hiç bozmasaydım... Keşke rol yapmak zorunda kalmasaydım... Keşke, keşke... Keşke her şey daha farklı olsaydı...

Gözlerimi kaparken kalan gücümle son kez fısıldadım, bir yandan şakaklarımdaki izlere dokunurken:

"Ótan anthísoun ta noúfara, móno tóte boreí na érthei i ánoixi. Allá egó eímai éna nekró louloúdi, i psychí mou boreí na anagennitheí móno stin pagoniá."

"Nilüferler çiçek açtığında, ancak o zaman bahar gelebilir. Ama ben ölü bir çiçeğim, ruhum ancak ayazda yeniden doğabilir."

Ve soğuk rüzgar bedenime çarptı, cam kırılmıştı, düşüyordum... Ta ki bir el beni yakalayıp asla gitmeme izin vermeyecekmişçesine sarana kadar...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Metal Kalp Bölüm 1: Kaçış

Metal Kalp Bölüm 29: Sanırım Affetti...

Metal Kalp Bölüm 24: Kanlı Bir Anı